14 Aralık 2009 Pazartesi

ACININ RENGİ HEP AYNIDIR.....SİYAH


Susunca tarih, gök uzaklaştıkça tepemden, gönül unutunca erdemi, sesler içime düşünce, Mecnun’ lar ölünce anladım susmanın kıymetini. Bir mazi, bir mavi kadar yitirince sus dedim kendime. Sus ve yaz.
Konuşacak kadar gücüm de yoktu zaten. Hem kavrayınca insanların konuşamadığını, kırılınca güzel bir sese olan inancım, Şems gibi bir seyda bulamayacağımı anlayınca sustum. Yunus gibi diyemeyince, bir deli gibi yalvaramayınca, gündüz gibi duramayınca gecenin yanında konuşmak istemedim. İçimdeki ihtişamsız kalabalığa varlığımı da dahil ederek tümden sustum. Sustuğumu yazdım.
Bir defada mezarı kazılan milyonlarca kişi yerine sustum. Bin mezar dar gelecekti sustuğum için. Yalan yere öldürülen insanlar isyanı olarak konuşmadım. Sadece bir mezara dahildi oysa.
Uzun bir göçün kuşlarını içimde tünemeye davet ederek susabildim ancak. Leylek güneyden sıcak getirdi, güvercin doğudan özümü almış gelmiş, bülbül de viran zamanların gülünü getirmiş, Leyla’ dan selam getirmiş. Tüm bunları, bir kuş baharını içime gömerek sustum. Susunca göçü yazdım. Yazdan kışa, gökten toprağa, sudan ateşe, gözden cana, mezardan beşiğe, Leyla’ dan Aslı’ ya olan göçü. Susunca anca yazabildim göçü .
Eskiden gidenlerin ardından yıldız seçen aşıklar varmış. Yeni zamanın aşıkları yıldız beğenecek kadar gidenlerini düşünmüyorlar. İşte ben yıldız çobanları için sustum. Her gece çoban oldum ve her gece hilale eş bir değnek alarak elime – sevda gibi – yıldız güttüğümü bilirim.
Sükuta alıştıran bir şehrin sesleri ölmüş insanlarını görünce sustum. Verilebilecek cevapların en güzelini bulmuştum oysa : Şehir sükut şehri olunca insanları da kör bir sükutun insanı oluyor. Lakin bu nasıl sükut? Sevmeyen, acı çekmeyen, yanmayan sükut mu olurmuş? Şehrin sükutu işte...Öylesine.
Ben ki yüreğim göçmeden önce sustum.
Bir gün, elvedadan önceydi. Yüreğime kadar geldi o ses : “Sus... Konuşmanı istemiyorum artık. Erdemsiz niyetlerini anlatma bana.” Elvedadan sonraydı, ezelin ve ebediyetin sustuğunu da gördüm. Sonrasında elvedalar da lal oldu. Adım bir boşluğun dibinde çırpındı durdu.
“Sükuta itaat” diye ferman yollamıştı gönlüm bana en sonunda. Dilinle, aşkınla, ızdırabımla, her şeyinle sükut. Sustum. Sükuta yazdım.
Susunca öz hasretlerim, gözlerime bir yığın telaş doldu. Kimeydi telaş? Ve sessizleştikçe telaş da gidince gözlerimden, yorgun bir masalcı gibi sustum. “Hasretlim” diyecek kadar bile konuşmayı arzulamadım. Sustum hasretlim, hasretliğimi yazdım.
Susmak güzel şey demişlerdi bir zamanlar. Susunca sevmek daha güzelmiş meğerse.
Sustum. Susunca belli oldu acının rengi.....

2 yorum:

Türabi dedi ki...

"Susunca sevmek daha güzelmiş meğerse. " Sadece sevgiliye değil,genel ve sitemli bir suskutilik var sanırım :)

Hani Leyla'ya sormuşlar: "Sen mi daha çok sevdin, yoksa Kays mı?" diye.. Leyla cevabı vermiş: "Sırdır ki gizli gerektir, sevgilinin adını dile düşürmek hakikatte ayıptır. Kays bir dağ delisi gibi davrandı, gitti sahralarda çöllerde aşkımız ona buna anlattı, ben kimseciklerle paylaşmadım onun sevgisini, içimde büyüttüm, büyüttüm, büyüttüm... Budur ki benim onu daha çok sevdiğime delildir"

Tema yorumun için teşkür ettim blog kardeşim :) zamanla eskisine dönebilirim.. Bu arada yazılar mini minnacık olunca gözlerim görmekte zorluk çekti :(
(: Seni burada görmek güzel, zira bir ara fiilen susmuştun,muhabbetle..

cografyacı dedi ki...

:),teşekkürler sizide görmek güzel blog kardeşim güzel yorumun için teşekkürler
ayrıca yazılarıda büyük yazmaya d,kkat ederim inş :)