20 Haziran 2009 Cumartesi

Nam-ı Celil

la-reverie1

Buyuruyor ki, “bir gün benim adım güneşin doğup battığı her yere ulaşacak” diyor. Demek ki, kutuplarda azıcık yarım saatliğine bile güneşin doğup battığı yerler vardır. Oraya bile ulaşacak. Aslında meseleyi öyle almamalı. Mekanı zikredip o mekanda mekana hulul edecek insanı anlamak lazım. Yani gecesi gündüzü olan insanların bulunduğu her yere benim namım ulaşacaktır.

Şimdi bu gaybi bir haberdir. Fakat gaybi haberden daha çok, bizim için gösterilen bir ufuktur, bir gaye-i hayaldir. Bize verilmiş bir hedeftir. Diyor ki, siz benim adımı nam-ı celilimi güneşin doğup battığı her yere götürün. Götürmek için o bir avuç atında eğeri olmayan, atının ağzında gemi olmayan -baldırı çıplak derken takdir sözüyle söylüyorum- Hicaz’dan ayrılan baldırı çıplak – o baldırı çıplaklara ruhum kurban olsun- atları ciriko kemikleri üzerinde dünyanın dört bir yanına o nam-ı celili Muhammedi’yi götürmek için at koşturdu durdular. O anil merkez hareketin, merkez kaç hareketin, gücü bir yere kadar gitti durdu. O merkezden hızını alan güç bir yerde bitti durdu. Bayrak taşıyan kollar birden yerde yoruldu, bayrak bırakıldı. At çatladı, silah işlemez oldu, kılıç körerdi, yay açılmaz oldu, ok gitmez oldu. Ve gele gele size geldi. Götüre bildikleri yere kadar götürdüler. Bize getirenlerin de ruhu şad olsun.

Biz bir Asya milletiyiz. Onlar hicret-i seniyenin sekseninci senesinde Buhara’ya gelmeselerdi, kırkıncı senesinde Manevarun Nehir’e ulaşmasalardı biz nerden Müslümanlığı öğrenecektik. O ilk Müslümanlar İslamı çok iyi yorumlamasalardı, bizim anladığımız manada seslendirmeselerdi nasıl böyle bir Müslümanlığı anlayacaktık.

Ama her bir fani gibi onlarında bir ömrü vardır. Onlarda ömürlerini, ömrü tabilerini, tamamladılar ve göçüp gittiler Allah’a. Vazife başında gittiler. Şimdi gele gele bu vazife size düştü. Ama acıdır çok, Allah Resul’ünün nam-ı celili güneşin doğup battığı her yere gidemedi henüz.

Sizin arkadaşlarınız Sibirya’larda yaz günlerinde sıcağın otuz kırk derece olduğu kış günlerinde soğuğun altmış derece olduğu bir yerde o nam-ı celili Muhammedi’yi şöyle veya böyle tutturabilir miyiz diye, buza yazı yazar gibi oraya o namı yazmaya çalışıyorlar. Eski Moğolların ülkesine, bilmem ki Güney Kutup’ta insan var mıdır? Oralara kadar dünyanın her yerine nam-ı celili Muhammedi’nin götürülmesi.

Bırakın buralara da bir Almanya’ya gidin, dünya kadar yer gezersinizde ruhi revani Muhammedi minarelerde şehbal açmaz. İngiltere’de dünya kadar yer dolaşırsınız da ezan sesi duymazsınız. Camileri vardır ama sizin camilere benzemez. Müezzinleri kapalı yerlerde ezan okur. İmamların sesi sokağa taşmaz. Oralarda sokakları da alacak şekilde gürül gürül namaz kılınmaz. Itri’nin bestesiyle salat-u selamlar okunmaz. Allahu Ekberler denmez.

Ve Allah Resul’ünü kaldığın sürelerce ben oralarda çok garip hissettim. “Çok az anılıyorsun ya Resulullah, herhalde çok gurbet yaşıyorsun buralarda” dedim kendi kendime. Bir senden evvel ama senden küçük o peygamberlerin haline bakıyorum. Bir Amerika’da bakıyorum Davud’un sesi senden yüksek çıkıyor. Süleyman’ın sesi senden yüksek çıkıyor. İsa’nın sesi senden yüksek çıkıyor. Musa’nın sesi senden yüksek çıkıyor. O seslere de ruhum kurban. Ama senin sesin bir sporda başarılı olamamış takımın bayrağının birkaç adım aşağıda olması gibi nam-ı celiline baktıkça aşağıda görüyorum. Ve içim içimi yiyor adeta.

Oralara bile nam-ı celili Muhammedi götürülememiş. Biz mi vefasız, bize yakın olan bizden evvelkiler mi vefasız, tarih mi vefasız, tarihseller mi vefasız kim vefasız bilemeyeceğim. Ama herhalde dostun vefasızlığı bahis mevzu düşmanın husumetinin yanı başında.

Bunun için güneşin doğup battığı her yere mutlaka ulaşmamız lazım. Bunu ister bir emir telakki edersiniz sahabinden. İster bir gaye-i hayal telakki edersiniz. Sizin için bir ufuk, bir hedeftir. Buraya ulaşın demiştir ümmetine. Ve isterseniz onu henüz vakti gelmemiş gaybtan verilen bir haber telakki edersiniz. Demek ki, Allah resulü olacak bir şeyi söylüyor. Madem bu olacaktır öyleyse bence bunu oldurmaya çalışmalıyız.

O olacak şeyin yanında Allahın inayeti vardır. Allahın keremi vardır, Resul’ün şefaati vardır. Allah (c.c.) sizi tutup kaldıracaktır. Allah sizi tutup kaldıracaktır. Allah’ın inayet ve keremiyle. Bunu ben bir işarete binaen söylüyorum. Sizin tutulup kaldırıldığınıza dair bir işarete binaen söylüyorum ama müsaadenizle onu açamayacağım. Mezun değilim onu açmaya. Onu O’nunla benim aramda bir sır olarak kabul edeceğim.

Eğer tutulup kaldırılmayı düşünüyorsanız, dağınıklığınızın giderilmesi ve toparlanmayı düşünüyorsanız bu işe sahip çıkın. İslamın dağınık şemnini bir araya getirin ki Allah da sizi dağınıklıktan kurtarsın, derlenip toparlanmanıza yardımcı olsun ve tutsun sizi tutup kaldırdığınız hakla beraber kaldırsın. Hakkı koyacağı yere koysun. Hak sahiplerini, ihkak-ı hak yapanları hakkı kaldırıp koyduğu yere koysun.

Ben sizden fazla bir şey istemiyorum, istemeye hiç hakkım yok. O konumda da değilim. Ama başlattığınız şu şeyi devam ettirmenizi istirham ediyorum. Allah aşkına, Resulün hatırına, şanlı tarihinizin hatırına. Tarihinizde sizin garip bir hadise değil bu. O kadar çok tekerrür etmiş. O kadar çok baskısı yaşanmış, o kadar çok şablonu var ki. Size diyorum bu kanaviçe üzerinde hayatınızı ördüğünüz zaman, örgülediğiniz zaman bu kendi kendine gerçekleşecektir Allahın inayet ve keremiyle.

Başlamış bir iş, yarıda bırakmayın. Bir kırık plak gibi kalmasın. Bu ses bu beste tamamlasın Allah aşkına. Bunu arkadan gelenler dinlerken yahu tamam olmuyor bu şiir demesinler. Bu beste tamam olmuyor demesinler. Dinlesinler ve tamamlayanlara rahmet desinler.

Başlamış bir şey. Başlamışı bitirin inşallah. Siz bitirmeye azmederseniz Allah sizi çoğaltmakta, sizi ikmal etmekte, itmam etmekte ve bu işi bitirmede size yardımcı olacaktır.

M.F.G.

0 yorum: