11 Mayıs 2009 Pazartesi

Yusuf ile Züleyha / 1.bölüm

Bismihû...

Esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adıyla..
Önce söz vardı, hayat sonradan geldi..
Önce çile vardı, ihsan arkadan geldi..
Önce iştiyak, arkadan sebat geldi..



Sözün yaradılışı Züleyha’nın yaratılışından evveldi.

Âdem, ki O’na bütün isimler öğretildi.

Yûsuf’un kaderi Züleyha’ya tecelli.. Züleyha’nın kaderi Yûsuf’a tecelli. Kuyu... Zindan... Kuyu.. Zindan..

Önce çile arkadan ihsan..

Züleyha vazgeçti mi maşukundan?..


Mülk gibi söz de, ne senin ne benim..

Cümle gibi aşk da ne senin ne benim..

Söz de,

Aşk da,

Ne benim ne senin..

Bir yaz sabahına doğan ve su değdiğinde kokusunu salan kırmızı sardunya,

Ağustos göklerinde başımın üzerinden geçen bulut,

Mayıs gülü,

Işıklı nisan yağmuru

Ne kadar Allah’tansa,

Mülk gibi söz de ve aşk da

O’ndan..

“Sen” tahtına yazıcı kimi oturtsa da,

beşerî bir sevgili ya da cismanî bir aşk gibi görünen,

hiçbir yol O’ndan özgeye çıkmıyor aslında..

“Gönül tahtına O’ndan özge sultan” olmuyor..

Değil mi ki herşey O’ndan,

Gidecek yer yok O’ndan başka.. Gelinen yer yok O’ndan başka..


İnsan o ki, O’ndan başkasını sevemez sevginin mahiyeti icabı..

O’ndan başkasını bilemez bilginin mahiyeti icabı..

Işık ki tek kaynaktan dağılır;

Işığa yakın olan aydınlık, uzakta kalan karanlıktır..

Herşeyin O’ndan olması ve ışığın tek kaynaktan dağılıyor olması O’ndan başkasının bilinme ve sevilme ihtimalini tümden yok eder..


Kimi zaman sevdiğimizin ne olduğunu bilmeden severiz..

Ve insan henüz neyi sevdiğini bilmediği böyle zamanlarda,O’ndan başkasını sevdiğini zannedebilir:

Bir çiçeği, bir kuşu,

Denizi, yağmuru,

Gökyüzünü, yazıyı,

Yazıyı yazanı, kalemi tutanı,

Bir yaratılmışı hasılı....

Söz gelimi Leylâ Mecnun’u, Şirin Ferhad’ı, Züleyha Yûsuf’u sevdiğini zannedebilir.

Oysa sevmek, en fazla, neyi sevdiğini fark etmek demektir ve seven biraz da neyi sevdiğini bilendir..

Çünkü ışığın kaynağı tektir ve, kim aydınlığının kendinden menkul olduğunu iddia edebilir?..

Her aşk O’na çıkar sonunda..

O’ndan başkasını sevmek imkansız gibidir..

Seven neyi sevdiğini bilse de bu böyledir..

Bu yüzden değil mi ki kendini kaybetmek gibi görünen aşk, aslında kendini bilmek..

İstese de insan O’ndan özgeyi sevme şansı yok..

Şans sözcüğü yok lügatlarda bundan böyle,

O’ndan özgeyi sevme ihtimali yok..

Ve neyi sevdiğini bilenle bilmeyen arasındaki fark, sadece bilmenin bilincinden ibaret..

Küçük bir biliş farkı,

Mülk gibi aşk da Allah’tan..

Ruhun da O, kalbin de O, aklın da O..

Tenin de O, canın da O, cismin de O..

Ve aradan perdeleri kaldırarak O’nu bilmek olarak tanımlanan şey, bu seyr-ü sefer, sadece O’nu bilmeyi bilmenin sancısından ibaret..


Sevginin yanılgısı yok..

Yanlış olan, neyi sevdiğini bilmemek ve yolu yanlış çizmek..

Hangi kaynaktan geldiğini suyun, hangi dağın üstünden döküldüğünü aydınlığın, bilmemek.. Bilmemek yanlış kılar sevgiyi..


Züleyha ki Yûsuf’u sevdi. İbtida, neyi ve kimi sevdiğini bilmedi..

Sonra aşkın kaynağını bildi;

Yûsuf’u değil, Yûsuf’ta tecellâ eden nuru sevdiğini farketti..

Yûsuf da, ki rüyasında güneş, ay ve on bir yıldız O’na secde etmişti, bir kuyuya atılmış ve kendisine zindanda rüya yorumu verilmişti, önce aşkın kaynağını bildi, sonra nurun Züleyha sûretinde tecellâ ettiğini fark etti..

Biri sûretten nura yükselirken, diğeri nurun sûrette tecellâ ettiğini idrak etti..


İşte bütün hikaye...

Kim düştü kuyuya, Yûsuf mu?.. Yakub mu?.. Züleyha mı?..

Zindan kimin kaderi?...

Yûsuf’un mu?.. Yakub’un mu?.. Yoksa Züleyha’nın mı?..

Yûsuf, Yakub ve Züleyha yok aslında...

Hepsi BİR,

Hepsi O BİR..

Hepsi TEK BİR...

Söylenmemiş Mesnevi kalmadı yer yüzünde. Her Yûsuf u Züleyha, bir öncekinin hem aynı hem başkası. Bu nasıl mazmun diyor ya, kalbi dipsiz derinliklerde çoğalan Fuzuli, Farsça Divan’ının önsözünde, yani ki Mukaddime’sinde. Hiç kullanılmamış, diye kaldırıp atıyor ya bir imgeyi uykusuz kaldığı gecelerin sabaha değdiği yerde. Sonra aynı gecelerin aynı sabahlara değdiği yerde, bu kez, bu nasıl mazmun, diye yırtıyor ya kullanılmış olan bir başka mazmunu. Hem bilinen hem bilinmeyen, hem kullanılmış bir imge hem kullanılmamış bir imge; böyle olmalı ki sözün hükmü tam olsun. Eski zincire bağlanan bir halka, ama yeni, böyle olsun ki zincir kuvvetli olsun.
Her Yûsuf u Züleyha bir öncekinin hem aynı hem başkası. Bu da öyle. Ayna aynı, kitap farklı.

Şiir :

Bu kez birkaç kitap
yine aynı ayna
ve birkaç ruh
hepsinin içinde mevcûd
züleyha’nın acısı acının Züleyha’sı
(Ayşegül Kösa)

Bismihû.
Esirge ve bağışla.
Öptüm kitapların üzerindeki Kitâb’ı, öptüm ve koydum alnıma.
Ben: Yazıcı. Yazmaya başladığımda, yıl bin dokuz yüz doksan dokuz milâttan sonra, aylardan Nisandı. Bir mumun ışığında bir rüzgâr titriyorken. Ve bir hattat nefesinin, bir mumun alevini bile titretmemesi gerekiyorken, sürgün düştüğüm zamanlarda ben kalbimi çatlatan nefesi salıverdim.
Ben: Yazıcı. Kalbim çatladığında tanığım su kıyısında bir kavak ağacıydı.
İlk sözcükler mürekkebi mor kalemimin ucundan dökülürken, Ayasofya’da Topkandilin altında değil idiysem de Hamdullah Hamdi Hazretleri gibi (rahmet onun ve bütün Yûsuf u Züleyha yazıcılarının üstüne olsun), ben de suyun kıyısındaki kente kendimce bir Ayasofya’daydım. Uyanıklığım, rüyaları yorumlayacak Yûsuf’un uyanıklığından farklıydı elbet ama ben de gecenin saat sıfır üçlerinde daima uyanıktım.





Nazan Bekiroğlu

0 yorum: